Hz. Ali
1. Kimligi
Ali b. Ebi Talip b. Abdilmuttalip b. Hâşim el-Kuraşî el-Haşimî. Künyesi Ebu'l-Hasan'dır. İlim erbâbının çoğuna göre ilk Müslümanlardandır. En sahîh rivâyete göre Hicret'ten on sene önce doğdu. Rasûlullah @'ın kucağında doğdu ve ondan hiç ayrılmadı.Tebuk dışında Rasûlullah @ ile beraber bütün gazvelere katıldı. Hicrî 40, Ramazannn 17. gecesinde Abdurrahman b Mülcem tarafından şehîd edildi. 3 yl 9 ay 15 gün halîfelik yaptı. İslâm tarihinde o günden bu yana önemli bir yer tutmuştur.[1]
4. 2. HZ. OSMAN'IN ÖLDÜRÜLMESİNDEN SONRA MÜSLÜMANLARIN DURUMU
Hz. Osman'ın öldürüldüğü sırada Müslümanlar, Hz. Ebu Bekir'in halîfe seçilmesinden beri hiç karşılaşmadıkları iki önemli mesele ile karşılaştılar; bunların biri bizzat halîfelikle, diğeri sistemin oturması ile ilgili bulunuyordu. Birinci konuyla ilgili olan sorun halîfenin kim olması gerektiği ve onu iktidâra getirmenin yolu hakkında elde mevcut bir çözümün bulunmamasıydı. İkinci sorun ise, Müslümanları senelerce yöneten bir halîfe öldürülmüş bulunuyordu. Onun kanının, adâleti Şîâr edinmiş bir sistemin en hassas biçimde üzerinde durduğu haksız yere cana kıyma ya da yeryüzünde fesâd çıkarma amacıyla gerçekleştirilmiş bir cinâyetin faillerinin bulunup cezalandılmasının sağlanması konusunda tüm Müslümanlara Allah tarafından verilmiş olan görev gereği, yerde kalmaması gerekiyordu.[2]
Hz. Peygamberin son dönemlerinde hızla gelişmekte olan futûhât bütün hızıyla her üç halîfesi'nin başta bulunduğu sıralarda da devâm etmişti. Müslümanlar cihâd edimini sırf birtakım toprakları fethedip oraların gelirinden yararlanmak ve ora halklarının egemenliğini ellerine geçirmek için ortaya koymuş değillerdi. Onların, bunların ötelerine uzanan amaçları vardı. İnsanlı kelimenin en kapsamlı anlamıyla ıslah atme çabası içinde bulunuyorlardı. İnanç sistemi, Ahlak ilkeleri, değer yargıları, adâlete dayanan bir siyasal yönetim, insanların insanca aşayabilecekleri bir sosyal ve kültürel ortam onların gerçekleştirmek istediklerinin sadece birkaçıydı.
Genel olarak Müslümanlar bu mücadele ortamında bulunurken Hz. Osman, her üç halîfeye bey'at etmiş bulunan ve çoğunluğunu Muhâcir ve Ensâr'ın oluşturduğu ideal toplumun mayası konumunda bulunan kitle tarafından değil; kahir ekseriyetini Basra, Kûfe ve Mısır kışlalarında bulunan insanların meydana getirdiği, bunların yanında kimi A'rab ve onlara lojistik destek sağlayan bazı Ensâr'a mensup gençlerin de içinde bulunduğu bir guruh tarafından öldürülmüştü.[3]
Bu olayların öldürme ile sonuçlanmasına kadar sözü edilen Ensâr ve Muhâcir kesimden insanlar üç farklı tutum içinde bulunmuşlardı. Bir kısmı gidişatın iyi olmadığını görüyor, ıslah etmeye çalışıyor; ancak ihmâ ve elinden geleni ardına koyduklarından değil, sırf sayılmadıkları ve güçleri yetmediği için susmayı yeğliyordu. Diğer bir kesim ise, bu olayları hadîslerde söz konusu edilen fitne ile özdeşleştiriyor, işin mahiyeti kendilerine karışık geldiğinden evlerine kapanmayı ya da Medîne'yi terketmeyi seçiyordu. Üçüncü kesim ise, Hz. Osman ve hasımlarının arasını bulmaya çalışıyor, gerektiğinde halîfeye ve hasımlarına uygun dille öğütlerde bulunuyor ve aralarındaki meselenin şiddete dönüşmeden çözülmesi için bütün gücünü harcıyordu. [4]
Hz. Osman'ın beklenmeyen biçimde öldürülmesi, söz konusu edilen herkesi şoke etti. Ellerinde halîfenin seçilmesini gösteren bir prosedür bulunmadığından Hz. Ömer'in halîfe adaylarına ilişkin Vasiyetini öne çıkararak bu şûrada yer almış bulunan şahsiyetleri aradılar. Hz. Abdurrahman bin Avf vefât etmiş; Hz. Osman ise öldürülmüş bulunuyordu. Sa'd bin Ebi Vakkâs bu olayların başladığı sürecin başında fitne'den kaçınma ve köşesine çekilmeyi tercîh ettiğinden geriye sadece Zübeyr bin el-Avvam, Talha bin Ubeydillah ve Ali bin Ebi Talib kalmıştı.[5] Öte yandan Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, hatta Hz. Osman'ı halîfe olarak seçmiş bulunan Muhâcir ve Ensâr kitlesi de işin başındaki konumunda değildi. Ridde Savaşları'nda, İran ve Bizans’la yapılan savaşlarda bunların çoğu şehîd düşmüş bulunuyordu. Pek çoğu da fethedilen ülkelerin ve bölgelerin ıslah, eğitim ve yönetim işlerini yürüttüğünden Medîne dışında bulunuyordu.[6]
Bu sırada Müslüman Bölgelerin ve halîfeliğe aday konumunda bulunan şahsiyetlerin eğilimlerine de göz atmakta yarar vardır. Bu bağlamda Mısır'ın genel eğiliminin Hz. Ali'den yana olduğu, Basra halkının genelde Talha'dan, Kufe halkının ise genelde Zübeyr'in tarafına bir eğilim gösterdiği kaydedilmektedir. Muhâcir ve Ensâr'ın yurdu olan Mekke ve Medîne'nin kimin halîfe olacağı konusunda bu şahsiyetlerden birini özellikle tercîh ettiklerine ilişkin bir eğilimlerinin olduğu bilinmemektedir.
Halîfelik için aday konumunda bulunan kişilerin Hz. Osman konusunda kimi farklı eğilimlerinin olduğu da göz ardı edilmemelidir. Söz gelimi, Hz. Ali, fitne ve ihtilal diye tanımlanabilecek olan bu olayda insanları, gücünün yettiği ölçüde ve son aşamaya kadar ıslah için çaba sarfetmiş, aralarını bulmak amacıyla defalarca her iki tarafa gidip gelmiştir. Önce İhtilalcılara yaptıklarının yanlış ve gayr-i meşru olduğunu, Medîne Halkını ve halîfeliğin merkezini bu şekilde işgâl etmenin doğru olmadığını kavratmaya çalışmış, bunda etkili olamadığını görünce hiç olmazsa Hz. Osman'a ilişmemelerini sağlamaya gayret etmiş ama neticede olay çoğu ihtilalcının da beklemediği bir şekilde sonuçlanmıştır.
Hz. Zübeyr'in İhtilalcılara karşı ne etkili bir biçimde mücadele ettiği, ne de kale alınabilecek derecede onları bu işe teşvik ettiği söylenebîlir. Genel tutumu tahlil edildiğinde, gönlünün İhtilalcılarla beraber olduğu söylenebîlirse de, işin bu dereceye vardırılabileceğini önceden kestiremediği anlaşılmaktadır.
İhtilalcılara karşı duyduğu eğilimini gizlemeye gerek duymayan Hz. Talha'nın, zaman zaman onları teşvik ettiği ve bu işten kendi payına bir şeyler düşündüğü ilgili kayıtlardan anlaşılmaktadır. Hz. Osman'ın gizli-açık ondan şikâyet ettiği ve bunun için özellikle Hz. Ali'den yardım beklediği; Hz. Ali'nin de onun bu beklentilerine olumlu cevap verdiği, bunun için Hz. Talha ile görüşmeye gittiğinde onun yanıѮda İhtilalcılardan olan büyük bir kalabalıkla karşılaştığı; onu bu tutumundan vaz geçirmeye çalıştığı, başaramadığını görünce önemli bir tenkit aracı olarak ele alınan Hazine'yi açıp insanlar arasında paylaştığı ve ancak bu şekilde onun etrafında bulunanları dağıtabildiği, ayrıca Hz. Osman'ın Hz. Ali tarafından bu konuda izlenen siyaseti takdîr ettiği bilinmektedir.[7]
İşin nereye varacağını önceden kestirebilme yeteneğinden yoksun bir kitlenin başlattığı bir hareket olarak Fitne olayları, eyleme liderlik etme konumunda bulunan pek çok kimsenin tahmin bile edemeyeceği bir biçimde sonuçlandığında, İhtilal'in önde gelen liderlerinden olup el-Gafikî diye bilinen kişi Medîne'yi ancak birkaç gün idâre edebilmiş ve bu işi sonuna kadar götüremeyeceğini kısa zamanda anlamıştır. Öte yandan İhtilalcılar, Müslümanların özellikle Hz. Osman'ın amca oğlu olan ve Şam Bölgesinde öteden beri dirâyetli bir vali ve politika adamı olmasının yanında, güçlü bir düzenli orduya sahip bulunan Muâviye'nin yakalarını kolay biçimde bırakmayacağını da hesap etmiyor değillerdi. Bu nedenle Muhâcir ve Ensâr'ı yanlarına almanın acil bir ihtiyaç ve kaçınılmaz bir şart olduğunu anladıklarından, öte yandan kendilerinin tüm Müslümanlara İmâm olma vasıflarına sahip gibi bir özelliklerinin de bulunmadığını kavramış bulunduklarından, onların en kısa zamanda bir Halîfe seçmelerini istiyor ve bu konuda etkili ve yetkili kimi görürlerse bunun için çalışmasını istiyorlardı. Neticede herkes bu konuda ikna olmuş bulunmasına rağmen, sözü edilen Halîfe adaylarının her üçü de bu görevi almaktan kaçınıyor ve Halîfe olmaya râzı edilemiyordu. Durumun kötüye gitiğini gören Hz. Ali, Muhâcir ve Ensâr'ın ısrârı ve ehliyetli kimselerin teşvikiyle, bu görevi alabildiğine olağan-dışı şartlarda kabul etmekten başka çaresi olmadığını anlayınca, Bey'at için oturmaya râzı oldu ve Şam dışarıda tutulduğunda bütün Bölgeler ve yine birkaç kişi dışarıda tutulduğunda herkes tarafından Halîfe olarak kabul gördü ve ona bey'at edildi.[8]
4.3. HZ. ALİ'NİN KİŞİLİĞİ VE İSLÂM'IN GELİŞİM SÜRECİNDEKİ YERİ
Hz. Peygamber'in amca oğlu, insanların Hadîce'den sonra İslâm’a ilk koşanı, Peygamberle beraber ilk namaz kılan adam, peygamberlik hayatı öncesi hayatında Peygamberin evinde ve onun eğitimden geçen bir şahsiyet olarak Hz. Ali, Risâletin başladığı günlerde henüz yeni on yaşını doldurmuş bulunuyordu.[9] Onun İslâm’ın gelişim süreci içinde yetiştiği rahatlıkla söylenebilir. Hz. Peygamber onu çok seviyor yine onu takdîr ediyordu. Hicret ettiği sırada yanında bulunan emanetleri sahiplerine vermesi için onu yerine bırakmış,[10] Kureyşin kendisine suikast düzenlediği gecede onun kendi yatağına yatmasını istemiş, o da bu görevi tereddütsüz yerine getirmiştir. Hicret ettikten sonra Peygamber, kızı Fatıma'yı onunla evlendirmiştir. Hz. Ali Rasûlullah'ın bulunduğu bütün savaşlara katılmış, en zor anlarda onun sancağını taşımıştır.[11] Özellikle Hayber fethinde: "Bu sancağı yarın Allah'ı ve Rasûlunu seven ve kendisini Allah'ın ve Rasûlünün sevdiği bir adama vereceğim" buyurmuş ve sabahleyin bu sancağı Hz. Ali'ye taşıttırmıştır. Tebük seferinde, "Senin bana karşı konumun Hz. Harun'un Hz. Musa'ya karşı konumu gibidir." Vedâ haccı dönüş yolunda Müslümanlara: "Ben kimin mevlâsıysam Ali de onun mevlâsıdır. Allah'ın ona dost olana dost ol düşman olana da düşman ol" buyurduğu kişidir. Hz. Ömer, onun ilmini ve derin İslâmî kavrayışını en iyi takdîr edenlerden biridir. "Bizim en iyi yargıcımız Ali'dir" demesinin yanında, pratik uygulamalarda karşılaştığı yargı ve hukuk sorunlarında sürekli ona baş vurmuştur. Onu Şûra'ya seçtiğinde: "Eğer Ali'yi seçerlerse o, kendilerini doğru yolda idâre edecektir" demiştir. Hz. Ali'nin hak konusundaki tavizsizliğini, ona bağlılığını, Hakkı teslim etmeyenlere veya ona teslim olmayanlara karşı sertliğini en iyi takdîr eden de yine Hz. Ömer'dir.[12] Olumsuz şartlarına rağmen Hz. Ali, Allah'a samimi imanı, Dinin gelişimi ve derin biçimde topluma ve gönüllere hâkim olması için gereken çabası, Hakkı egemen kılma konusundaki azmi, küçük-büyük demeden İslâm'ın herhangi bir konusunda en ufak bir sapma ya da taraflı davranmaya izin vermeden Sıratı Müstakîm üzere yürümeye karşı gösteriği hassâsîyeti her uygulamasıyla ortaya koymaya çalışmıştır. Sadece Hakkı görmüş, ondan başkasına itibar etmemiş, onun için verdiği mücadelenin sonucunu, bu konuda başarılı veya başarısız olacağını, yolun sonunda ölüm dahi olsa, düşünmemiş, yol boyunca ve yolun sonunda Allah rızsasının elde edilmiş olmasını yeterli görmüştür.[13]
Hz. Ali'nin pek çok tarihçi ve ilgili müellif tarafından ortaya konan kişiliğine ilişkin birçok özellikten burada söz etmek mümkündür. Onun kalbi, vicdanı, lisanı, aklı, olayları ve meseleleri tahlili, takvâsı, zühdü ve ibadet hayatı çoğu zaman betimlenemeyecek derecelere varmıştır.[14]
Hz. Ali ile ilgili olarak Ebu Nuaym'ın tespit ettikleri şöyle özetlenebîlir:
İbn Abbâs ihtilâfa düşünce Ali, ilk hicret eden, ilk Müslüman olanlar, din için yardım ve gayret gösterenlerdendir ki, ümmet, din ve dünyadaki Fazîletlerinden ötürü onları ön plana çıkardı. Cennetle müjdeleyip vefât eden Hz. Peygamber @'ın onlardan râzı olduğu ve iş başına gelmede öncelikleri olan kimseler hakkında hiç kimse tartışıp ihtilâf etmiyor. Sağ kalanlar ise hilâfeti Hz. Ali'ye verdi. Hz. Ali'nin Ümmetin en kamil olanlarından, ilk Müslümanlardan olduğu, Fazîlet ve ilimde üstün olduğu, büyük gazvelere katıldığı, Allah ve Rasûlü'nün sevdiği, onun Allah ve Rasûlü'nü sevdiği, mü'minlerin sevdiği, münafıkların buğz ettiği Ali'nin bu Fazîletlerini kimse inkâr etmiyor. Rasûlullah @'ın arkadaşlarından onun (Fazîlette) önüne geçenler ondan birşey eksiltmez, aksine onları, nefsine Fazîletlerinden dolayı önüne geçirmesiyle daha da yücelmiştir. Çünkü Fazîlette üstünlük enbiyâ ve peygamberlerde de vardır: "Bu peygamberlerin bir kısmını kendilerine verilen özelliklerle diğerlerinden üstün kıldı."[15]
Bu üstünlük, bazılarını diğerlerinden daha küçük düşürdüğü demek değildir. Bütün peygamberler Allah'ın seçkin kulları ve mahlukatın en hayırlılarıdır.
Ali şehîd, yol gösterici ve hidâyet önderi olarak vefât edinceye kadar Rasûlullah @ ve ashâbının yolundan giderek âdil, zahid olarak Müslümanların başına geçti ve net şekilde onları sırat-ı müstakim (doğru yol)da idâre etti.[16]
4. 4. HALKIN HZ. ALİ'NİN HALÎFELİĞİNE İLİŞKİN TUTUMU
Hz. Ali, şartların zorlaştığı bir dönemde Halîfe olmuştur. Müslüman toplumun içinde bir çok fitnenin kaynadığı, insanların birbirlerine karşı güven ve bağlılıklarını yitirdiği, haklarında kendilerini kötü düşüncelere kaptırdığı bir ortamda göreve çağırılmıştır.[17] Şüphesiz insanlar temel yapı itibarı ile her zaman aynıdır. Zaman onların ana özellikleri üzerinde önemli bir etkiye sahip değildir. Onların seçkinleri olan iyileri hem yoksulluk ve sıkıntı döneminde hem de bolluk döneminde ve rahatlık zamanında birbiriyle özdeş tutum ve tavırlar içinde hareket ederler. Kötüleri de zor dönemde kötü oldukları gibi nimet içinde yüzerken de içlerindeki kötülükleri yansıtan davranışları sergilemekten geri durmazlar. Nitekim Rasûlullah: "İnsanlar topraktaki madenler gibidirler. Onların cahiliyede iyi olanları islâmda da iyi olanlarıdır"[18] buyurmuştur. Bununla beraber Müslümanlar Allah'a ve Rasûlu'ne bağlılık ve onlar tarafından gösterilen yolu izleme açısından aynı derecede değillerdir. Rasûlullah @'la beraber yaşayan sahâbenin hepsi imanının sağlamlığı ve yakîninin gücü bakımından bir değildir. Onların içinde münâfıklar bile barınabilmişlerdir. İşte bu açıdan Hz. Ali'nin halîfelik yaptığı dönemin insanları, öncekilerin dönemindeki insanlardan farklı birtakım hususiyetlere sahiptir. Doğal olarak halîfeliği de kimi farklı özellikler göstermektedir.[19] Hz. Ali'nin Halîfeliği en azından çok önemli bir sorunla başlamıştır. Zira kendisinden önceki Halîfe, İhtilalciler tarafından öldürülmüştür. Bu İhtilalciler arasında adı geçenlerden ve Hz. Osman'a karşı düzenlenen suikastin baş aktörlerinden biri de Birinci Halîfe Hz. Ebu Bekir'in oğlu, Müminlerin Annesi Hz. Aişe'nin kardeşi ve Hz. Ali'nin Hz. Ebu Bekir'in vefâtından sonra annesiyle evlendiği Muhammed bin Ebi Bekir'di.[20] Takdîri İlahİnin bir tecellisi olarak Üçüncü Halîfe Hz. Osman'ın Halîfeliği de böylesi bir sorunla başlamıştır. İkinci Halîfe Hz. Ömer'in oğlu Ubeydullah bin Ömer, Fars İmparatorluğunun önde gelen prenslerinden olan Hürmüzân'ı babasının öldürülmesi için kimi planlar yaptığı ve bunun için bazı adamlarını kullandığı gerekçesiyle, ancak sağlıklı bir tahkik, güçlü bir delîl ve bağımsız bir mahkeme kararı olmadan öldürmüştü. Bu olay Hz. Osman'ı ilk icraât olarak İkinci Halîfe'nin oğlunu öldürmekten doğacak rahatsızlık ve farklı görüşler nedeniyle nasıl zor durumda bırakılmışsa, Birinci Halîfe'nin oğlu tarafından işlendiği söylenen bu cinâyet de Hz. Ali'yi o denli uğraştırmıştır. Üçüncü Halîfe bu paradoksu maktulun kanını talep eden bir yakını olmadığı ve bu durumda kendisinin onun velîsi konumunda bulunduğu dolayısıyla katili affetme yetkisi bulunduğu kanısından hareketle çözüme kavuşturmuşken; Hz. Ali'nin karşılaştığı durum daha karmaşık bulunuyordu. Bir kere öldürülen insanların sosyal ve siyasal konumları farklıydı. Öte yandan Hz. Osman'ın kanını talep eden akrabaları hem toplumda hem de yönetimde önemli bir fonksiyona sahip bulunuyorlardı. Doğal olarak Hz. Ali'nin ilk icraâtı olarak Dinin, bu öldürülen İmâm ve onu öldürenler hakkındaki hükmünün ortaya konması ve geciktirilmeden uygulanması gerekiyordu. Bu İmâm, eğer zâlim olarak öldürülmüş bulunuyor idiyse, katillerinin kısâsına ve cezalandırılmasına gerek yoktu; yok eğer mazlum olarak öldürülmüşse, yeni İmâm'ın bu katilleri yakalatıp onlara gereken kısâs hükmünü tatbik etmesi gerekiyordu. Muhâcir ve Ensâr olarak Ashâbın kahir ekseriyeti onun mazlum olarak öldürüldüğüne ve katillerinin yakalanıp cezalandırılması gerektiğine inanıyor ve Hz. Ali'den bu yönde bir icraât bekliyordu. Hz. Ali de onlara katılıyordu; doğru söylüyorlardı, ancak gözlerinden kaçan bir gerçeklik vardı. Bey'at'ın sağladığı güç ve iktidâr teorik anlamda ona geçmişti, fakat pratikte Medîne'yi askerî güçle ellerinde tutan İhtilalcilerdi. Bu anlamda güç ne Halîfede, ne de Peygamber @'ın Ashâbındaydı. Onlar ancak temkinli hareket etmek ve zamanla gerçek iktidârı ele geçirerek kendilerinden beklenen icraâtı yapabilirlerdi; Hz. Ali'nin bu konuda anlattığı ve izlediği siyaset buydu. Ashâb da durumu bizzat yaşadığı için ona hak veriyordu.[21]
Hz. Osman'ın öldürülmesinden beş veya sekiz gün sonra Halîfe seçilen Hz. Ali'ye özellikle Halîfe adayı olarak görülen Hz. Talha ve Hz. Zübeyr Bey'at etmeye yanaşmamışlardır. Sa'd bin Ebi Vakkâs ve Abdullah bin Ömer de bu olaylarda sürekli tarafsız oldukları ve Fitne olaylarına karışmak istemediklerinden ona beyat etmekten imtina etmişlerdir. Hz. Ali bu son iki sahâbî gibi niyeti gerçekten bu olan kimselerin üzerine varmamış ve onları kendi hallerine bırakmıştır. Ancak ilk ikisinin olayların akışı içindeki tutumlarını bildiğinden onların mutlaka Bey'at etmeleri gerektiğini ifade etmiş ve bunun için çalışmıştır.[22] Bu çaba sonucunda her ikisinin de gönül rızası ve isteyerek olmasa da bey’t etmeleri sağlanmıştır.[23]
Ana hatlarıyla belirtmek gerekirse, insanlar Hz. Ali'nin Halîfeliğini önceki Halîfelerin Halîfeliğini karşıladıkları gibi gönül rızası, sevinç ve mutluluk dolu, vicdan rahatlığı, büyük emeller ve çaplı beklentiler içinde bulundukları bir ruh haliyle karşılamamışlardır. Bu psikolojik durumun ve/veya sosyal psikolojinin asıl sebebi, Hz. Ali ve onun şahsiyetine karşı duyulan kuşkular ve endişelerden çok, günün gelişen olaylarının/kaos, belirsizlik, şiddet ve terörün toplumun vicdanı ve iç dünyası üzerinde meydana getirdiği olumsuz ortamdan besleniyordu. İkinci Halîfe, gerçek anlamda bir adâlet sisteminin muktedir bir yöneticisi olarak kimi zaman sert, sıkı ve tuttuğunu koparan bir kişilikle tanımlanırken, Üçüncü Halîfe daha çok yumuşaklık, bir anlamda nispeten gevşek ve kolaylaştırma taraftarı bir kimlikle öne çıkarılmıştır. Hz. Ali'nin kendisinden bir önceki Halîfenin siyasetine yakın bir yol izleyeceği, kimseye Hazineden bol miktarda bağış yapmayacağı, yönetim işlerini sıkı bir denetime tabi tutacağı düşünüldüğünden onun gelişi bu açıdan da pek rağbet görmemiştir denebilir.
Hac'da Hz. Osman'ın İhtilalcilere ilişkin beyânatını halka duyuran Abdullah bin Abbas, Hz. Osman'ın bir anlamda savunması niteliği de taşıyan mektubunun içeriğini açıklarken, onun zulüm ve haksızlık sayılabilecek uygulamalardan ve özellikle zorbalıkla tanımlanabilecek hiçbir uygulama yapmadığını da ifade etmeye çalışmış, İhtilalcilerin Allah'ın emrine muhalif hareket ettiklerini ve Halîfeye haksız yere baş kaldırdıklarını da temellendirmeye gayret etmiştir.[24] Bir kaos içinde dağılan Hacılar, gittikleri bölgelere de bu güvensiz ve umutsuz atmosferi doğal olarak taşımışlardır. Öte yandan, İhtilalciler hala Medîne'yi kuşatma altında tutuyor, Yeni Halîfe ile ona Bey’at etmiş bulunan Muhâcir ve Ensâr onların elinde esîr konumunda bulunuyorlardı. Bunun en açık örneği herkes tarafından şiddetle arzu edilmesine rağmen Hz. Osman'ın katillerinin bulunup cezalandırılamamış olmasıdır. Bu psikolojinin önemli bir sebebi de Müslümanların, Hz. Osman tarafından atanmış bulunan yöneticilerin, en azından onlardan bir kesimin özellikle Hz. Ömer döneminden beri Şam Bölgesinde düzenli bir idâre ve yönetim kadrosu oluşturmuş bulunan Ebu Süfyan'ın oğlu ve Hz. Osman'ın akrabası olan Muâviye'nin bu olay nedeniyle Yeni Halîfeye zorluk çıkaracakları ve onun otoriteyi ele geçirememesi için onunla mücadele edeceklerini biliyor olmalarıdır. Yanı sıra, Haşimoğulları ile Ümeyyeoğulları arasında kökleri derin mâziye uzanan rekâbet ve sürtüşmelerin tekrar canlanma ortamı bulmasından da endişe ediliyordu. Zira Haşimî bir Halîfe ile Emevî bir Emîr rahatlık ve uyum içinde çalışamayabilirlerdi.[25]
4. 5. HAŞİMOĞULLARININ HALÎFELİĞE İLİŞKİN ANLAYIŞI
Hz. Peygamber @'ın vefât ettiği hastalığında İbn Abbâs'ın, Hz. Ali'nin elinden tutarak: "Rasûlullah @'ın yanına girip hilâfet konusunu kendisine soralım" demesi, Haşimoğuları'nın, halîfelik konusunu eskiden beri düşündüklerini göstermektedir. Haşimoğuları'nın hilaefete bakış açılarını Hz. Ali şöyle anlatmaktadır: "Ali Basra'ya gelince, İbn el-Kevva ile Kays b. Ubad yanına giderek, "İzlediğin bu yol nedir, ümmetin başına geçiyor ve ümmeti birbirine kırdırıyorsun? Yoksa Rasûlullah @'dan sana bir ahid (hilâfeti sana tevdi etme sözü) mü var? Sen güvenilir ve duyduğunu aktarmada emîn birisin, bize anlat" dediler. Ali, "Rasûlullah @'ın bana herhangi bir ahdi yoktur. Vallahi ben onu ilk tasdîk eden iken, onun adına ilk yalan söyleyen olmayacağım. Eğer Rasûlullah @'dan bana bir ahit olsaydı, Benî Teym b. Murra'nın kardeşi ile Ömer b. Hattab'ın Rasûlullah @'ın minberine çıkmalarına izin vermez ve bürdemden başka yanımda kimseyi bulmasaydım bile onlarla savaşırdım. Rasûlullah @ öldürülmedi ve âniden de ölmedi. Hastalığı birkaç gün ve gece sürdü. Müezzin ona gelir ve namaza çağırırdı. O, sahip olduğum değeri bildiği halde, namazı kıldırmak için Ebu Bekir'i görevlendirirdi. Hanımlarından birisi, ona Ebu Bekir'den başka birisini tavsıye edince sinirlendi ve "Siz Yusuf''u sıkıntıya düşürenlerin arkadaşlarısınız, Ebu Bekir'e söyleyiniz namazı kıldırsın" dedi. Rasûlullah @ vefât edince biz durumu değerlendirdik ve Allah Peygamberi'nin dinimiz için seçtiğini biz de dünyamız için seçtik. Namaz dinin esası, başı ve temelidir. Ebu Bekir'e bey'at ettik ve o buna layıktı. hilâfeti konusunda iki kişi ihtilâfa düşmedi ve ona bey'atten geri kalmadı. Ben Ebu Bekir'e layık olduğu değeri verdim, ona itaat ettim, ordusunda savaşlara katıldım. Bana verdiği görevleri üstlendim, savaşa gönderdiğinde gittim ve önünde sopamla hadleri uyguladım. O vefât edince görevi Ömer üstlendi. O da arkadaşının yolundan gitti....O da vefât edince, hilâfet işini altı kişilik şûraya bıraktı. Şûra ehli toplanınca, kimseyi bana tercîh edeceklerini sanmıyordum, ancak Abdurrahman b. Avf, seçilene itaat edeceğimize dair bizden söz aldı ve Osman b. Affan'ın elinden tutarak onu seçti. Durumumu değerlendirince gördüm ki, itaat etmem, bey'at almamdan daha önemlidir. Hakkım olanın başkasına verildiğini gördüm. Yine de Osman'a bey'at ettik. Gereği neyse yaptım ve ona da itaat ettim...Osman öldürülülünce durumu tekrar değerlendirdim ve gördüm ki, Rasûlullah @'ın tavsıyelerine uygun seçilen iki halîfesi gitmiştir, kendisine görev verilen de öldürülmüştür. Haremeyn ehli ile bu iki Şehir (Basra ile Kûfe) halkı bana bey'at etti. Bu durumda da, benim gibi ehil olmayanların, benim gibi Rasûlullah @'a yakın olmayanların, benim gibi alim olmayanların, benim gibi ilk Müslümanlardan olmayanların ileri atıldıklarını gördüm. Ben hilâfete Osman'dan daha fazla hak sahibiydim."[26]
Görüldüğü gibi Haşimoğulları, hilâfeti kendi hakları olarak görmektedir. Özellikle Hz. Abbas'ın, Hz. Peygamber'in vefâtından önce konuyu gündeme getirmesi ve bu konu üzerinde israrla durması ancak Hz. Ali'yi iknâ etmeye muvaffak olamaması bunu göstermektedir.[27] Yine Hz. Peygamber'in vefâtından hemen sonra Haşimoğulları'nın Hz. Ali'nin evinde toplanması ve bu konuyu değerlendirmesi de, hilâfete talip olduklarını ortaya koymaktadır.
4. 6. HZ. ALİ'YE MUHÂLEFET EDENLER
Hz. Osman'ın öldürülmesinden sonra Hz. Ali'nin hilâfete talip olmadığını görmekteyiz. Medîne'de bulunan sahâbelerin israrı ve yeni bir fitnenin çıkma endişesiyle bey'ate râzı olmuştur.[28] Buna rağmen, başlarında Aişe, Talha, Zübeyr ve Şam bölgesi valisi Muâviye'nin bulunduğu bazı İbn Abbâs ona muhalefet etmiş ve önce Hz. Osman'ın katillerine kısâs uygulaması gerektiğini bahane ederek hilâfetine karşı çıkmışlardır.[29] Bunun için Zübeyr ve Talha, bey'atten sonra Mekke'de bulunan Hz. Aişe'ye iltihak etmiş ve oradan da, Hz. Osman'ın intikamını almak üzere Basra'ya hareket etmişlerdir. Basra'dan topladıkları taraftarlarla harekete geçen üçlü, Hz. Aişe'nin devesinden adını alan Cemel savaşıyla Hz. Ali'ye karşı savaşmış ve mağlub olmuşlardır.[30]
Amr b. As da Hz. Ali'ye muhalefet edenlerdendir. Sa'd b. Ebi Vakkâs da Hz. Ali'ye karşı çıkanlardandır. Hz. Osman'ın katillerini soran Amr b. As'a Sa'd b. Ebi Vakkâs, "Osman, Aişe tarafından kınından çıkarılan, Talha tarafından bilenen, Ali tarafından zehirlenen, Zübeyr tarafından seyredilen ve bizim suskun kaldığımız bir kılıç tarafından öldürüldü"[31] cevabını verir.
Hz. Ali'ye bey'at etmeyenlerden biri de, Mekke'ye giden Abdullah b. Ömer'dir. Hz. Ali'ye bey'at etmesini isteyen Ammâr b. Yâsîr'e İbn Ömer şu cevabı verir: "Babam, Rasûlullah @'ın onlardan râzı olarak vefât ettiği şûra ehlini topladı. Aralarında hilâfete en layık Ali idi. Fakat o, kabul etmediğim kılıcın bulunduğu bir durumla geldi. Ne varki vallahi, dünya ve içindekilerini kaybetmeyi, Ali'ye düşmanlık gizlemeye veya açığa varmaya tercîh ederim."[32]
Hz. Osman'ın memurlarından Abdullah b. Amir, Ya'la b. Ümeyye; Ümeyyeoğullarından Mervân b. Hakem, Saîd b. Ebi'l-As da bey'at etmeyenlerdendir. Ümeyyeoğularının bey'at etmediği tabiidir.[33]
4.7. HZ. ALİ'NİN HZ. OSMAN'IN KATİLLERİNİ BULMAYA ZORLANMASI
Hz. Osman Emevî idi ve Emevî hâkimiyetini gerçekleştirmişti. Hilâfeti döneminde Emevîler'e büyük destek vermiş, onları önemli mevki ve makamlara getirmişti. Dolayısıyla Emevîler, Mekke'nin fethiyle kaybettikleri saltanata tekrar kavuşmuş ve tadına varmışlardı. Hz. Osman'ın şehâdetiyle elde ettikleri szaltanatları tehlikeye girdi. Zira karşılarında Hz. Peygamber @'ın soyu Haşimoğulları ve başında yine Rasûlullah'ın amcazadesi, damadı olan Hz. Ali gibi güçlü bir rakip vardı. Saltanatlarını kaybetme veya Hz. Ali'yi bertaraf etme yolayırımında bulunuyorlardı. Hz. Osman dönemindeki aşırılıkları da, ilerde gerçekleştirmeyi düşündükleri saltanatlarına bir zemin oluşturma siyaseti de denebilir.
Hem Emevî'ler, hem de Haşimîler Kurayşî idi ve Emevîler'in daha güçlü olmalarına rağmen birbirlerine rakip idiler. Ebu Talib'in ölümünden sonra, oğulları Hamza, Abbas ve Abdulmuttaliboğulları’ndan bir çoğu Medîne'ye göç etti. Bu, Emevî kolunu biraz daha güçlendirdi. Bedir savaşında Benî Abd Şems ileri gelenlerinin öldürülmesiyle, Kurayş'ın liderliği sağlam bir şekilde Emevîler’in lideri olan Ebu Süfyan'ın eline geçti. Uhud ve Hendek gibi savaşlarda müşriklerin başında o bulunuyordu. Dolayısıyla hem saltanat alışkanlıkları, hem de Siyâsî tecrübeleri vardı. Hz. Ömer, önce Yezîd b. Ebi süfyan'ı (v. 18/639), onun ölümünden sonra da Muâviye b. Ebi Süfyan'ı Şam'a vali olarak atadı. Hz. Osman da onu yerinde tuttu.[34]
"Hz. Osman'ın şehâdetinden sonra, içinde bulunulan şartlar icabı olarak, H. Ali ister istemez hilâfet makamına geçince, gerek Osman taraftarları, gerekse Ali Muhalifleri, ona karşı bir cebhe kurmakta gecikmediler."[35]
Emevîler'in en güçlü adamı, yirmiiki yıldan beri Suriye bölgesinin valisi olan ve orada tam anlamıyla hâkimiyet kuran çok iyi bir Siyâsî formasyona sahip Hz. Muâviye idi. Bu zaman zarfında bağımsız bir lider gibi Suriye bölgesini idâre etmiş ve bağımsızlığın tadına varmıştı. Halîfeliğin onun hakkı olduğunu şöyle dile getiriyordu: "Mekke'liler Hz. Peygamber'i oradan çıkardılar. Dolayısıyla halîfelik ebediyyen orada olamaz. Medîne'liler de Hz. Osman'ı öldürdüler. Dolayısıyla halîfelik onlarda da olamaz."[36]
Hz. Osman'ın, Hz. Ali'nin de bulunduğu Medîne'de öldürülmesi, akabinde hilâfete seçilmesi, "Emevî ailesine mensup olan Suriye valisi Muâviye'nin, Hz. Osman'ın haklarını savunmak iddiasıyla karşı çıkması"[37]nın bahanesi ve Emevî saltanatının kurulması için bekledikleri uygun bir fırsat olmuştu.
Hz. Muâviye, Hz. Osman'ın kanından Hz. Ali'yi sorumlu tutuyordu. Ona gönderdiği bir mektupta onu, Hz. Osman'la beraber Talha ve Zübeyr'in kanından da sorumlu tutuyor ve onu, onları öldürmekle suçluyordu.[38] Hz. Aişe de onun kanını taleb ediyordu.[39]
Hz. Ali, Hz. Muâviye'ye gönderdiği bir mektupta, "Siz Hz. Osman'ın şehâdetini, kendi maksadınız için bir bahane ittihaz ediyorsunuz. Osman'ın katillerinden intikam ve kısâs almak istiyorsanız, önce bize itaat, sonra adâlete muracaat ediniz. Biz de o zaman meseleyi Allah'ın kitabına, Peygamber’in sünnetine göre hallederiz"[40] diyordu. Hz. Muâviye de, Ebu Müslim'le gönderdiği bir mektupta, katillerin tesliminde israr ediyordu. Mektubu ilettikten sonra Ebu Müslim, "Katilleri teslim ederseniz bütün Suriye size biat eder. Herkes sizin ehliyet ve bu makama liyâkat ve istihkakınıza emindir" dedi. Ertesi gün Hz. Ali, Ebu Müslim'i, "Biz hepimiz Osman'ın katilleriyiz" diyen 10 000 kişilik askerle karşıladı ve "Osman'ın katillerini teslim etmenin mümkün olup-olmadığını kendi gözlerinle gör" dedi.[41]
Bütün çabalara rağmen, Hz. Osman'ın şehâdetiyle başlayan fitnenin büyümesi ve Rasûlullah @'ın ashâbının birbirlerini kılıçtan geçirmeleri önlenemedi.
Bize göre Hz. Ali haklıydı. Zira, sorumlu tutulabilmesi için tek otoritenin oluşması ve mutlak hâkimiyeti gerekiyordu. Bu gerçekleşmiş olsaydı, muhalifleri istemeseydi bile Hz. Ali, gereğini yapacak ve İslâm hükümlerini tatbik edecek meziyet ve hassâsîyete sahipti. Muhaliflerinin önde gelenlerinden Hz. Talha ve Zübeyr'in ifade edilen beklentileri; Hz. Aişe'nin İfk hâdisesinden kalma Hz. Ali'ye karşı bir antipatisi vardı.[42] Hz. Osman'ın öldürüldüğü ve Hz. Ali'ye bey'at edildiği haberini duyunca Aişe, "Gökyüzünün yere inmesi bana göre normaldir. Vallahi o mazlum olarak öldürüldü ve ben kanının davacısıyım" deyince Ubeyd, "Onun aleyhinde ilk konuşan, halkı ona karşı tahrik eden ve ‘fâsık olan bunak ihtiyarı öldürünüz’ diyen sendin" deyince, "Evet söyledim, insanlar da söyledi, ancak son sözüm ilk sözümden hayırlıdır" dedi. Ubeyd, "Vallahi zayıf bir gerekçedir ya Umme'l-Mü'minîn" dedi.[43] Hz. Muâviye'nin karşı çıkmasının sebebi ise, Rasûlullah @'ın hilâfetini oğlu Yezid'e bırakması ve hilâfeti saltanata çevirmesinden anlaşılmaktadır.
4. 8. HZ. ALİ VE TARAFTARLARI
Hz. Ali, Medîne'de Muhâcir, Ensâr ve taşradan gelenlerin bey'atiyle halîfe oldu. Ancak ona bey'at eden Talha ve Zübeyr'in ondan ayrılarak cephe almaları, Hz. Aişe'nin de ona karşı
açması, taraftarlarında birtakım tereddütlerin oluşmasına sebeb olmuştur. Atadığı bazı valilerin yanlış tutumları da onu zayıflatan noktalardan biridir. Basra valisi Muhtar bin Ebi'l-Medâyin[44] hakkında söylediği, "Allah onu kahretsin!. Eğer kalbi yarılsa Lat ve Uzza sevgisiyle dolu olduğu görülür" sözleri ile diğer bazı memurları hakkında ifade ettiği, "Filâni atadım beytu'l-mal'e el uzattı. Fülânı atadım bana ihanet etti. Öyleki, onlardan birisini, sopamın ipini korumakla görevlendirsem sopamı bile bana geri getirmez"[45] sözleri, hilâfeti kimlerle idâre ettiği konusunda bir fikir vermektedir.
Tâhâ Hüseyn, onunla beraber Basra'ya "niçin gittiklerini" soran arkadaşlarının düşüncelerinin yapısı ve Hz. Ali'nin verdiği cevaplarla ilgili şunları nakletmektedir: "Basra'lı kardeşlerimizle görüşmek, onları barışa davet, doğruyu onlara açıklamak, böylece Müslümanların birliğini sağlamak amacıyla gidiyoruz" dedi. "Hakka yönelmez ve barışı kabul etmezlerse?" "Bizimle savaşmadıkça biz onlarla savaşmayız" dedi. "Onlar savaşı başlatırlarsa?" "Hakka dönünceye kadar onlarla savaşırız." "Savaş olursa onlardan öldürülenlerin durumu ne olur?" "Allah'ın rızasını kazanmak, hakkın zaferi için halis niyetiyle savaşanlar şehîdtirler." Bir adam sordu: "Zübeyr, Talha ve Aişe bâtılda bir araya gelir mi?" "Gerçeği bilmiyorsun. Hak ve bâtıl insanların değeriyle ölçülmez. Hakkı tanı ehlini tanırsın, bâtılı da tanı taraftarlarını tanırsın."[46]
4. 9. HZ. HASAN'IN OLAYLARIN SEYRİ İÇİNDEKİ KONUMU
Hz. Osman'ın şehâdetine kadar Hz. Hasan'ın Siyâsî platformda ön plana çıkmadığı görülmektedir. Hz. Osman'ın abluka altına alınmasında ona yardım etmek için evine gidenler arasında adı gündeme girmiş ve siyasal süreçte zikredilmeye başlanmıştır. Ancak fitneden uzak durmuş ve olaylara karışmaktan sakınmıştır.
Babasının, ortam netleşmeden Müslümanlardan bey'at alması fikrine de katılmayarak Mekke veya Yenbu'daki arazilerinin başına geçmesini önermiştir.[47] İbn Kuteybe, onunla babası arasındaki bir tartışmayı şöyle nakletmektedir: Hz. Hasan, "Vallahi ben sana bazı önerilerde bulundum ancak sen kabul etmedin" dedi. Ali, "Kabul etmediğim önerilerin nelerdi?" dedi. Hasan, "Sana, evini alıp Mekke'ye gitmeni ve bu işe karışmamanı söyledim, beni dinlemedin. Bey'at edilmek istendiğinde, genelin bey'ati olmadan kabul etmemeni önerdim, reddettin. Talha ve Zübeyr sana muhalefet edince, onları zorlamamanı ve kendi hallerine bırakmanı; insanları, kendi aralarında geniş istişâreler yapmak için serbest bırakmanı söyledim, kabul etmedin. Eğer genel bir istişâre yapmış olsalarda bugün yalnız bırakılmaz ve senden vazgeçmezlerdi. Bugün de sana, Zübeyr ve Talha'yı bey'atlerinden muaf tutmanı ve insanlara bu işi iâde etmeni istiyorum. Seni reddederlerse, sen de onları reddedersin, kabul ederlerse, sen de kabul edersin (ve bağlılıklarını tazelemiş olursun). Ben insanların kafasında bir bulanıklık, yüzlerinde bir pişmanlık ve isteksizlik görüyorum"[48] dedi.
Hz. Hasan, basının Medîne'deki Muhâcirleri bırakıp şehirden çıkmasına da karşı çıkıyordu. O, Hz. Osman'ın öldürülmesine son derece üzülenlerdendi. Öyle ki, bir gün abdest alırken oradan geçen ve "sen abdest tazelemekle uğraş" diyen babasına Hasan, "dün öldürdüğünüz adam da abdest tazelemekle uğraşıyordu" cevabını verir. Ali, "Allah Osman'la ilgili üzüntünü sürdürsün" dedi.[49]
Hz. Hasan'ın bu tutumunu göz önünde bulunduranlar, ölüm döşeğindeki Hz. Ali'nin, Hz. Hasan'ı veliaht atamasını istiyenlere, "Hayır, ben sizi Rasûlullah @'ın bıraktığı gibi bırakıyorum" dediğini ve onu atamak istemediğini nakletmektedirler.[50]
. HZ. ALİ'NİN HALÎFE SEÇİLMESİ
Hz. Ali'nin seçilmesi, hilâfeti ve dönemi, kendisinden önceki üç halîfeden çok farklıdır. Tezimizin konusu da Hz. Ali ve çevresinde örülen olaylardan oluşmaktadır.
Rasûlullah @'ın vefâtından sonra Hz. Ebu Bekir'in seçilmesi, kısa süren bazı ihtilâf ve tartışmalardan sonra oldu. Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekir'in atamasıyla (halîfe) olduğundan problemsiz seçildi. Hz. Osman, Hz. Ömer'inkine benzer bir seçimle, altı kişilik Şûra ehli arasından seçildiğinden o da sıkıntısız oldu.
Hz. Ali'nin seçilmesi ise farklıdır. Hz. Osman şehîd edilmişti. Ona karşı ayaklanıp şehîd edenler henüz Medîne'deydi. İsyân vardı ve isyânın mantığı yoktu. Kaba kuvvet hâkimdi. Rasûlullah @'ın ashâbından pek çoğu Medîne dışındaydı. Dolayısıyla son söz, kaba kuvvete dayanan isyâncılarındı.
İbn Esîr, Hz. Ali'nin seçilişini şöyle anlatır: "İbn Müseyyeb'ten rivâyet dilir: "Osman öldürüldüğünde bütün insanlar Ali'ye koştu. Hem Muhammed (b. Ebi Beker)'in arkadaşları, hem diğerleri şöyle diyordu: "Emîru'l-mü'minîn Ali'dir." Evine gittiler ve şöyle dediler: "Elini uzat sana bey'at edelim. Sen daha layıksın." Ali, "Bu sizin işiniz değildir. Bu Bedir ehlinin işidir. Bedir ehli kimi seçerse halîfe odur" dedi. Ali'ye gelmeyen kimse kalmadı. Şöyle diyorlardı: "Senden daha layık kimseyi görmedik, elini uzat sana beyat edelim." Ali, "Talha ve Zübeyr nerededir" dedi. Ona ilk olarak Talha şifâhen bey'at etti. Sonra Sa'd eliyle bey'at etti. Ali, bundan sonra camiye gidip minbere çıktı. Minbere ilk çıkan ve bey'at eden Talha oldu. Zübeyr onu izledi. Sonra Rasûlullah @'ın diğer arkadaşları."[1]
İbn Kesîr de şöyle nakleder: "Hz. Osman (r)'ın şehâdetinden sonra Medîne beş gün başlarına gelecek halîfeyi bekleyerek el-Ğafiki b. Harb'ın irâdesinde kaldı. Mısır'lılar Ali'ye israr ediyorlardı. O ise onlardan kaçıyordu. Kûfeliler Zübeyr'i istiyorlardı. Onu bulamıyorlardı. Basralılar Talha'nın peşindeydi, o ise onlara cevap vermiyordu. Aralarında, "Bu üçünü de seçmiyoruz" dediler ve Sa'd b. Ebi Vakkâs'a giderek, "Sen Şûra ehlindensin, bu işi kabul et" dediler. O da kabul etmedi. İbn Ömer'e gittiler o da onları reddetti. Ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Şöyle dediler: "Osman'ın öldürülme haberiyle memleketlerimize dönersek insanlar bölünür ki biz bunu istemiyoruz." Tekrar Ali'ye dönüp israr ettiler. Eşter en-Nehâî, elinden tutup ona bey'at etti. Tarih, 35 hicri zilhicce perşembe. Cuma günü Ali minbere çıktı ve geri kalanlardan beyat aldı.[2]
Ebu Nua'ym da Hz. Ali'ye yapılan bey'ati şöyle anlatmaktadır: "Sahâbeler ihtilâfa düşünce görev, ilk hicret edenlerden, ilk Müslüman olanlardan, din için yardım ve ğayret gösterenlerden; ümmetin, din ve dünyadaki Fazîletlerinden ötürü ön plana çıkardığı, Rasûlullah'ın cennetle müjdeleyip onlardan râzı olarak vefât ettiği, iş başına gelmede öncülük hakları olduğunda kimsenin tartışıp ihtilâfa düşmediği İbn Abbâse düştü. Onlar da görevi Ali'ye verdiler. Ali'nin, ümmetin en kâmil olanlarından, ilk Müslümanlardan, Fazîlet ve ilimde en üstün olanlardan olduğu; büyük gazvelere katıldığı, Allah, Rasûlü ve mü'minlerin onu, onun Allah ve Rasûlü'nü sevdiği, munafıkların buğzettiği Fazîletlere sahip olduğunu kimse inkâr etmiyor. Rasûlullah @'ın arkadaşlarından onun önüne geçenler ondan birşey eksiltmiyor; aksine onları kendisine tercîh etmesi onu yüceltiyor. Fazîlet ve üstünlük peygamberler arasında da vardır: "Bu peygamberlerin bir kısmını, kendilerine verilen özelliklerle diğerlerinden üstün kıldık."[3] Bu üstünlük, bazılarını bazılarından daha küçük düşürdüğü anlamına gelmez. Bütün peygamberler, Allah'ın seçkin kulları ve yaratılmışların en hayırlılarıdır.
Ali, şehîd, yol gösterici ve hidâyet örneği olarak vefât edinceye kadar, Rasûlullah @'ın ve ashâbının yolundan giderek, âdil ve zâhid bir şekilde Müslümanların başında bulundu ve onları tartışmasız şekilde doğru yolda (sırat-ı müstakîm) idâre etti."[4]
Görüldüğü gibi Ali, araştırma ve istişârelerden sonra seçimle başa gelmiştir. Tıpkı Hz. Ebu Bekir gibi.
Öte yandan, Hz. Osman'ın şehâdetinden sonra hiç kimse halîfelik iddiasında bulunmamıştır. Hz. Ali de halîfe olmak için ısrarlı olmamıştır. Hatta israrlar sonucu kabul etmiştir. Ayrıca,-Şîâ'nın iddiasının aksine-hakkında nass olduğuna dair herhangi bir şey gündeme gelmemiştir. Zira nass olsaydı, ne bu tereddütler olur, ne de Hz. Ali çekingen davranırdı.
4. 13. EBU NUAYM'IN HZ. ALİ'YE YAPILAN İTİRAZLARA VERDİĞİ CEVAPLAR
"Şîâ cahillerinden pek çok kişi ile ahmak hikayecilerin Rasûlullah @'ın "Ali'yi Vasiyet etti" iddiası yalan ve büyük bir iftiradır ki, bundan, hiçbir sebeb ve gerekçe olmadan sahâbenin hain olduğu, Rasûlullah @'ın Vasiyetini ondan sonra terkettiği ve görevi başkasına verdiği, Müslümanları Rasûlullah @'ın yolundan ayırıp başka yollara kanalize ettiği anlamı çıkmaktadır. Allah'a ve Rasûlüne inanan, İslâm'ın hak olduğunu kabul eden her mü'min bilir ki bu iddia asılsızdır. Çünkü sahâbe, peygamberlerden sonra yaratılmışların en hayırlılarıdır. Dünya ve âhirette Kur'an'ın nassıyla, selef ve halefin icmaıyla ümmetlerin en şereflisi olan bu ümmetin en hayırlı çağı sahâbenin yaşadığı çağdır."[5]
"Dolayısıyla ona yapılan beyat, ondan ayrılıp karşı çıkanlar ile ona muhalefet edip oturanların tutumuyla iptal olmuş değildir.
Biri, "Ali, kendisinden öncekilerin verdikleri hükümlere aykırı hüküm vermiştir" şeklinde itiraz ederse ona denir ki:
Hangi konuda ve nasıl? Abade es-Selmâni'nin rivâyet ettiği, "Ümmü'l-Veled satışlarındaki hıyar" konusunu örnek gösterirse ona denir ki: Bu bir görüş (rey) dir. Rey ise sahibine aittir. "Bu görüşünde devâm etmiştir. Ancak o (bu konuda) Ömer b. Hattab'a uymuştur" derse, uyması iki durumdan biridir: Ya olayı tam tesbit edemediğinden âdil bir İmâmı taklîd etmiştir; veya arkadaşlarının görüşüne katılmıştır ve görüşü onlarınkine uygun düşmüştür." denilir.
O, Ebu Bekir, Ömer ve Osman'ın Rasûlullah @'ın sadaka ve vakıfları ile akraba hisseleri konsundaki hükümlerine de uymuş ve onlara muhalefet etmemiştir. "Hakkınızda hüküm verildiği gibi hüküm veriniz ki insanların bir cemaat İmâmı olsun veya arkadaşlarımın öldüğü gibi ölürüm"[6] sözü "Ümmehatü'l-Evlad"ın satılır konusundaki görüşünden vazgeçtiğini göstermektedir."[7]
Biri, Ali ile Talha ve Zübeyr arasındaki savaşta cereyan eden olaylarla onu kınarsa, ona denir ki:
Bunlar, sahâbenin büyükleri, ümmetin hayırlıları, hayır ve dini bilgiye en fazla sahip olanlarıdır. Siz onlardan daha aşağı olduğunuz halde onlara karşı çıkmanızın delîli nedir?. Onların mal, ırz ve kan davalarında verdikleri hükümlerindeki ihtilâflarını görüyor, bazılarının görüşlerine katılmayanları bağışlıyorsunuz ve ihtilâflarının rahmet olduğunu kabul ediyorsunuz. O halde onların savaş ve çatışmalarını niçin doğal karşılamıyorsunuz. Eğer Rasûlullah @'ın "Benden sonra küfre dönüp birbirinizin boynunu vurmayınız"[8] hadîsiyle onları savaşanlar olmaktan men ettiğini söyler ve "İki Müslüman kılıçları ile karşı karşıya gelirse"[9], "Benden sonra yücelir fakat bazı hastalıklara mübtela olursunuz"[10], "Sizin çokluğunuzla iftihar ederim. Benden sonra dövüşmeyiniz"[11], "Lailaheillellah deyinceye kadar insanlarla savaşmakla emredildim"[12] v.b. hadîsleri ileri sürerse, ona denir ki: Biz bu haberleri inkâr etmiyoruz. Ancak, "Onların bu haberlerden habersiz ve onları bilmedikleri bilgisi size özel mi?" diyoruz.
"Bazıları, diğerlerini kan akıtmak amacıyla Allah'ın dinine ve Rasûlullah @'tan duyduklarına aykırı olarak öldürdü." derse ona denir ki, bu, din ve hidâyet abideleri olan sahâbeye büyük bir suçlamadır. "Bu haberler onlara ulaşmamıştır" derse, denir ki, Rasûlullah @'ın onların fazîletiyle ilgili söylediği hiçbir şey bilmediğiniz halde, sahâbeyi kınamanızı gerektiren sebeb nedir? Sizin Rasûlullah @'a olan uzaklığınıza, onların yakınlığına rağmen bu haberlerin size ulaşıp onlara ulaşmaması doğru ise, dinin özünün ve sünnetlerinin çoğunun kaybolması ve sizin Ali, Talha, Zübeyr gibi sahâbe büyük ve alimlerinden, Rasûlullah @'ın sünneti hakkında daha fazla alim olmanız demektir."[13]
4. 14. MÜSLÜMÜNLAR ARASI SAVAŞIN MANTALİTESİ
"O halde niçin savaştılar? Hangi delîle dayanarak savaştılar?" derlerse, denir ki: Kur'an'ı Kerîm'e göre Allah ehl-i bağy ile savaşmayı emreder ki bağy ehli Müslümandır. Sünnetten ise Rasûlullah @ buyurur: "Lailaheillallah deyinceye kadar insanlarla savaşmakla emrolundum. Bunu derlerse, İslâm'ın öngördüğü hakkın dışında benden kanlarını ve mallarını korumuş olurlar." [14]
Rasûlullah, @ bâğî, Hâricîler[15], hırsızlarla savaş,[16] evli zanileri recm,[17] katile kısâs[18] ve yeryüzünde fesâd çıkaranlarla savaş[19] gibi kan ve mallarını mübah kılan bazı İslâm haklarının bulunduğunu ve bunların kanlarını mübah kıldığını ifade etmektedir. Her biri bu hükme muhalefet edenlerin sözlerinini te'vil etmiştir. Irz ve mallardaki ihtilâfları gibi. Bazılarının haram gördüğünü diğerleri helâl görmüştür.[20] Feraizdeki gibi. Ebu Bekir ve başkaları dedeye mal verirken kardeşlere vermemiştir. Ömer bazı hallerde dedeye altıda bir vermiş, geri kalanını kardeşlere paylaşmıştır. Haram ve (talakta) niyette de ihtilâf etmişlerdir. Bazıları yemin kabul ederken bazıları "bir talak" kabul etmiştir. Bazıları ise "üç talaktır ve başkasıyla evlenmeden tekrar eski eşini nikahlaması helâl değildir" demiştir.
Yine Kesame'[21]deki ihtilâfları gibi. Bazıları onunla amel ederken bazıları etmemiştir. Oysa diyet onunla vacib olur. İki adamın bir adamı öldürme (nin cezasında)ki ihtilâfları da böyledir. Bazıları ikisini öldürürken, bazıları cana can diyerek birisinin öldürülmesinin gerektiğini söylemektedir. Bunlara benzer pek çok şeyde ihtilâf etmişlerdir ki Rasûlullah @ şöyle buyurmştur: "Malı uğruna mazlum olarak öldürülene cennet vardır."[22]
Yine Rasûlullah @ buyurur: "Malı uğruna öldürülen şehîdtir. Ailesi uğruna öldürülen şehîdtir. Canı uğruna öldürülen şehîdtir."[23]
Rasûlullah @ nefs, mal ve aileyi savunmada öldürülmeyi şehâdet olarak kabul etmiştir. Vedâ haccında da şunları haram kılmıştır: "Kanlarınız, mallarınız, ırzlarınız, bu gününüz bu ayınız ve bu şehrinizde (şu anda yapılanlar) gibi haramdır."[24]
Kan, mal ve ırzları haram kılmada eşit tutmuştur.
Kişinin nefsi için savaşması mübah ise, malı ve ırzı için savaşması da mübahtır. Rasûlullah @ kendisinden sonra dünya için birbirlerine sırt çevirme, buğz etme, dünyayı önemseme ve ona dalma uğruna savaşmayı nehyetmiştir. Din için ise nehyetmemiştir. Rasûlullah @ -Allah ona izin verdikten sonra- Müslüman olan bağy ehliyle savaşmayı emretmiştir. Allah buyurur:"Mü'minlerden iki taife savaşırsa aralarını bulun"[25]. Müslümanların bağy ehliyle savaşmayı terketmeleri, Allah'ın farzlarından birini iptal etmeleri olur.
"Sehl b. Hanif ile Ammâr b. Yâsîr'in niçin dövüştükleri"ni söylerse ona denir ki: Din için savaştılar. Çünkü Ali, ona muhalefet edenlerle savaşmak üzere insanlardan beyat aldı ve onlarla doğru bulduğu düşünceler için savaştı.
Talha ve Zübeyr bunu doğru bulmadıkları için ona katılmadılar. Ali'ye göre onlar ona bey'at etmeleri gerekenledendi. Çünkü Ali, kendisini (ashaptan sağ) kalanlar arasında hilâfete daha layık gördü ve Talha ile Zübeyr'in ona katılmamalarının mümkün olmadığını, dolayısıyla onları görüşlerinden caydırmak gerektiğini düşündü. Talha ve Zübeyr ise, dinlerini o şekilde koruyabileceklerini söylediler. Dolayısıyla herbirisi görüşünde ictihat etti. Her birinin ictihadı iddia ettiğinin doğrultusunda idi ve ictihadlarının sorumluluğu altına girdiler.
Sa'd b. Ebi Vakkâs, İbn Ömer ve o gruptan olanlara gelince, onlar oturmayı, karışmamayı ve iki fırkadan hiçbirine bey'at etmemeyi uygun gördüler. Görüş ve kanaatlari buydu.
AliРise şöyle diyordu:
"Ben yalan söylemedim ve benim yüzümden kimse yalan söylemedi; dalalete düşmedim benim yüzümden kimse dalalete düşmedi ve kimseyi kandırmadım. Rabbimden delîllerim vardır. Bana tabi olan oldu, karşı çıkan çıktı."[26] "Rasûlullah @ vefât etti. Müslümanlar Ebu Bekir'i seçmede birleşti, ben itaat edip boyun eğdim. Ebu Bekir ölüm döşeğine girdi. "Benden daha uygun birine vermez" dedim. Ancak Ömer'e verdi. İtaat edip boyun eğdim. Ömer vuruldu, "benden daha uygun birine vermez" sandım. Benim de aralarında bulunduğum altı kişilik (bir komisyona) verdi. Yine itaat edip boyun eğdim. Sonra Osman öldürüldü. Müslümanlar isteyerek, zorlanmadan bana bey'at ettiler. Ancak sonra beyatlarını benden geri çektiler. Vallahi kılıç veya Muhammedü'n-Nebî'ye indirileni inkârdan başka yol bulamadım."[27]
Şunu söylüyordu: Nefsini öne sürmekte, ümmetin İdâresini üstlenmekte, İdâreyi ehil olmayanlara vermekte tereddüt etseydi bu, Muhammed @'ın getirdiğini zayi ve iptal olurdu.
Talha ve Zübeyr'e gelince, onlar da nefs ve malı savunma uğruna ölmenin şehâdet olduğunu biliyorlardı. Talha şöyle diyordu: "Kerhen beyat ettim ve üzerimde çok baskı vardı." Eşter onu zorladı. Eşter ve emsali olmadan, Şûra Ehli'nin toplanıp işin karara bağlanmasına imkan verilmedi.[28]
Onlardan herbiri uygun ve doğru olanı amaçladı. Allah amaçları ve hayır ile islahı amaçlayan niyetlerinden dolayı onları mükafatlandıracaktır. Tarih boyunca hiç kimse, Rasûlullah @'ın ashâbının ihtilâf ve ictihat ettikleri -bir taraf haklı olsa da-görüşlerinden dolayı takdîr edilip sevap kazandıklarında ihtilâf etmemiştir.[29] Bazalarının görüşlerini benimseyip, diğerlerininkini terkedenlere buğzedilmemiştir. Nihâyet biri kendisine göre ictihat için görüş yoluyla emredildiği doğruyu yakalamıştır.
Amr b. As rivâyet eder: Rasûlullah @'ın şöyle buyurduğunu işittim: "Hâkim hükmederken ictihat eder ve ictihadında isâbet ederse ona iki sevap, hükmederken (ictihad eder ve ictihadında) hata ederse ona bir sevap vardır."[30]
Hatalı müctehid sevap kazandığına göre, araştırma ve ictihatta dayѡnağımız, geçmişleri menakip ve Fazîletlerle dolu olan Rasûlullah @'ın ashâbı tarik-i evla ile sevab sahibidirler.
Savaştan geri kalanların evlerinde oturmaları tenkitçi için delîl olamaz. Çünkü iki taraftan birisi ile savaşa katılmayanların geri kalmaları, savaşa katılmalarını gerektirecek kadar açık bir delîle sahip olmamalarındandır. Ayrıca Rasûlullah @'ın Hz. Ali, Talha ve Zübeyr hakkındaki "cennetlik olduklarına ve şehîd olacaklarına" dair hadîsleri biliyorlardı. Cennete gireceğine ve şehîd olacağına Rasûlullah @'ın şehâdet ettiği kişilere karşı kılıç çekmeyi ağır buldular. Her iki tarafı da şehîd olan kitlelerden biri nasıl sorumlu tutulabilir ki, kanı helâl olan şehîd olamaz.[31]
İbn Abbâs rivâyet eder: "Rasûlullah @ Hira dağındaydı, dağ sarsıldı. Rasûlullah @ şöyle buyurdu. "Sakin ol Hira, üzerinde bir Nebî veya sıddık veya şehîd vardır." Dağda Rasûlullah @, Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali, Talha, Zübeyr, Sa'd, Abdurahman b. Avf ve Saîd vardı.[32]
Cabir rivâyet eder: Talha geçti, Rasûlullah @, "Yeryüzünde bir şehîd (geçti)" buyurdu. [33]
Rasûlullah @ buyurur: "Her bir peygamberin cennette bir havarisi (istihbaratçısı) vardır. Benim havarim Zübeyr'dir."[34]
Rasûlullah @ buyurur: "Talha ve Zübeyr Cennette komşularımdır."[35]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] İbn Esîr, Usdu'l-Ğabe, IV. 113.
[2] İbn Kesîr, Bidâye, VII. 227; Tabarî, Tarîh, IV. 434.
[3] Bakara, 2/253.
[4] Nua’ym, İmâme, s. 361.
[5] İbn Kesîr, Bidâye, VII. 225.
[6] Buhârî, 62/Fadâil, 9/Menâkıbu Ali; İbn Hacer, Feth, VII. 88, HN. 3707.
[7] Nua’ym, İmâme, s. 362-363.
[8] Buhârî, 87/Diyât, 2/Men Ahyâhâ; İbn Hacer, Feth, XII. 198, HN. 6868, 6875, 7083; XIII. 29, 7077.
[9] Buhârî, 2/İmân, 22/Ve İn Tâifetâni; İbn Hacer, Feth, I. 106, HN. 31; Müslim, 52/Fiten, 4/İzâ Tevâcehe'l-Müslimâni, HN. 2214.
[10] Kaynağını tesbit edemedik.
[11] İbn Mâceh'te, "Benden sonra dövüşmeyiniz" ibaresi yoktur. bkz. İbn Mâceh, 9/Nikâh, 8/Tezvîcu'l-Harâir, HN. 1862, (I. 599). İbn Mâceh, "Zevâid, isnadında Talha b. Amr el-Mekkî vardır. Zayıf olduğunda ittifak edilmiştir" der. Müsned, III. 158, 244; IV. 349, 351.
[12] Buhârî, 2/İmân, 17/Fein Tabû; İbn Hacer, Feth, I. 94, HN. 25.
[13] Nua’ym, İmâme, s. 363-364.
[14] Buhârî, 2/İmân, 17/Fein Tabû; İbn Hacer, Feth, I. 94, HN. 25; Müslim, 1/İmân, 8/el-Emru bi Kıtali'n-Nâsi, HN. 21, 22.
[15] Ebu Saîd el-Hudrî (r) rivâyet eder: "Ali Yemen'den Rasûlullah @'a tasfiye edilmemiş biraz altın gönderdi. Rasûlullah @ onu dört (beş olsa gerek) kişi arasında paylaştırdı: Akra' b. Habis el-Hanzalî, Uyeyne b. Bedr el- Fezârî, Alkama b. Ulâse el-Ğâmirî, Beni Kilâp'tan biri olan, Zeydu'l-Hayr et-Tâî ve Beni Nebhân'dan biri. Kurayş'liler sinirlendi ve şöyle dedi: "Necd'in ileri gelenlerine verip bize vermiyor mu?" Rasûlullah @: "Onları İslâm'a ısındırmak için bunu yaptım" dedi. Bu arada, sık sakallı, yanakları çıkık, gözleri çökük, alnı geniş, saçları kesik bir adam geldi ve, "Yu Muhammed! Allah'tan kork" dedi. Rasululah @, "Ben Allah'a isyan edersem ona kim itaat eder? Allah yeryüzünde bana güveniyor da sen mi güvenmiyorsun?" dedi. Adam gitti. Orada bulunanlardan biri (Halid b. Velîd), adamın başını uçurmak için Rasûlullah @'dan izin istedi. Rasûlullah @ (izin vermedi) ve şöyle buyurdu: "Bunun sulbünden öyle bir toplum çıkacaktır ki, Kur'an'ı okurlar, fakat boğazlarından aşağı inmez. Müslümanları öldürürler, putperestlere dokunmazlar